İçeriğe geç

BİR AYDINLANMA KARŞITI VİCO

GiambattistaVico
17. yüzyılın meşhur İtalyan Tarih Filozofu Giambatista Vico (1668-1744), kendisiyle zamanının Aydınlanmacı fikirleri, ama özellikle de Kartezyanizm arasına, en azından iki açıdan mesafe koymaya özen göstermiştir. O, her şeyden önce Descartes’ın bilgiyle kesinliğin kaynaklarını doğrulukla ortaya koymaya koymuş veya belirlemiş olduğu iddiasına meydan okumuştur. Ona göre bilgi ve kesinlik “açık ve seçik ideler” yoluyla elde edilmez; bilgi ve kesinlik, insani eylemlerle faaliyetlerde bulunur
İşte buradan Vico’nun en temel sloganlarından biri olarak “doğru olanın yapılmış veya yaratılmış olanla özdeş olduğunu” bildiren verum ipsum factum ilkesi çıkar. Buna göre matematik esas itibariyle insani bir yapım olduğu için kesinlik kabul eder ya da matematikteki doğrular, onları yaratan biz insanlar olduğumuz için doğrudurlar. Yine aynı şekilde insanlar, tarihi yaptıkları için bir tarih bilimi inşa edebilmektedirler.

Vico, işte bu noktada Kartezyenleri ikinci olarak, matematiksel fiziğe aşırı bir önem verip toplum bilgisiyle tarih bilgisinin imkânını göz ardı ettikleri için eleştirir. O, bu yüzden ikinci olarak, “kesin olanın doğru olanın bir parçası olduğunu” (certum est pars veri) bildiren diğer ilkesini formüle eder. Gerçekten de tarihçinin geçmişi ve geçmiş düşünce tarzlarını anlama ve bilme çabasında sergilemesi gereken özen ve dikkate, hayata geçirmesi vazgeçilmez olan metodolojiye özel bir önem veren Vico, tarih biliminin kuruluşu ve temellendirilmesinde filolojiyle felsefenin bir araya getirilmesi gerektiğini savunur. Çünkü bunlardan filoloji, “kesin olanları” veya kültürün münferit görünümlerini, çeşitli halkların dillerini, geleneklerini vs. araştırırken, felsefe evrensel ilke ya da nedenleri konu alır. O, bu ilkeleri Scienza Nuova [Yeni Bilim] adlı meşhur eserinde, daha özgül olarak da bütün milletlere ortak olan doğal gelişme yasasını ifade eden “ideal ebedi tarih” anlayışında bir araya getirir.

(a) Aydınlanma Eleştirisi

Vico her şeyden önce Aydınlanmacıların sabit ve statik insan doğası anlayışına karşı çıkmaktaydı. Onların evrenselciliklerinin temeline yerleştirdikleri değişmez insan doğası tasarımına karşı çıkarken, insanın özünün tarihsel gelişmeyle birlikte değiştiğini söyledi. Vico, bundan dolayı Aydınlanmanın siyaset felsefesinin özünü oluşturan toplum sözleşmesi öğretisine de karşı çıktı. Bunun da en önemli nedeni, toplum sözleşmesi öğretilerinin insanın toplumsal koşullarından soyutlanabileceğini ve bu soyutlamanın ardından özgürce seçen, doğal adaletin yasalarına itaat eden, hemcinsleriyle sözleşmeler yapıp mübadele ilişkilerine giren bir varlık olarak görülebileceğini varsaymalarıydı. Vico’ya göre, bu türden teoriler tam tersine, belli bir döneme ait insan imgesini hipotetik doğa durumuna yansıtıp, onu yaratan tarihsel koşulların doğanın bir parçası olduğunu ileri sürerler. O, söz konusu toplum sözleşmesi öğretilerinin insanın gelişmesini, hakikati değil de sadece kendi taleplerini hesaba kattıkları için çarpıttıklarını veya yanlış gösterdiklerini söyler.
Vico, Aydınlanmaya doğa bilimlerinin veya fizik ve matematik bilimlerinin rolünü abarttığı, bu yüzden tarih ve toplum bilimlerinin imkânını göz ardı ettiği veya bu bilimlerin doğabilimlerinin yöntemini kullandıkları takdirde meşru bilim statüsü kazanabileceğini ileri sürdüğü için eleştirir. Hatta bununla da kalmayıp Aydınlanmanın bilimciliğine karşı çıkarak, onun insanın her şeyi bilebileceği inancında ifadesini bulan iyimserliğine karşı çıkar. Vico’nun Kartezyanizmin egemenliğine, modern deneysel/matematiksel yöntem anlayışına karşı çıkışının da işte bu çerçeve içinde anlaşılması gerekir.
Gerçekten de Vico, tarihi temele alan bir insanlık bilimi geliştirme yoluna girerken, Aydınlanmanın epistemolojisine, bilim anlayışına ve metafiziğine alternatif bir epistemoloji, bilim anlayışı ve metafizik geliştirdiğinin farkındadır. O söz konusu yeni insanlık bilimi projesini Yeni Bilim adlı eserinde ortaya koyar. Onun bu yeni bilim veya metodoloji anlayışının temel ilkesi, “doğru olan”la meydana getirilmiş veya yaratılmış olanın birbiriyle değiştirilebilir olduğunu dile getiren “verum et factum conventur” ilkesidir. Bu ilkeyi büyük ölçüde filolojiyle ilgili araştırmalarından türettiğini bildiren Vico, onu yeni Aydınlanma karşıtı epistemolojisi ve metafiziğinin en temel ilkesi olarak görmüştür. Bu yeni epistemolojik ve metafiziksel ilke, bir şeyi bilmenin o şeyi meydana getirmek veya yaratmak olduğunu dile getirir.

Söz konusu ilke Kartezyanizme veya Aydınlanmanın mutlak, kesin, nesnel bilimsel bilgiyi ilerlemenin itici gücü haline getiren iyimser ve pozitivist bakışına karşı bir ilke olmak durumundadır.
Bunun da hiç kuşku yok ki en önemli nedeni, ilkenin insan bilgisine sınır çekmesidir. Çünkü Vico’ya göre, yeni ilke, yani verum-factum prensibi sadece Tanrı için geçerli olabilir. Tanrı söz konusu ilkeye bütünüyle uygun düşer, çünkü o, var olan şeylerin öğelerini ihtiva eden yegâne varlıktır. Tanrı, bu unsurları yaratmakla kalmayıp kendisinde de ihtiva ettiği için onları mutlak bir dakiklik ve kontrol imkânı temin edecek şekilde kusursuzca düzenleyebilir. Tanrının şeyleri anlaması veya şeylerin öğelerine ilişkin bilgisi, bu yüzden bir tür özbilgi, O’nun kendine dair bilgisi olur. Fakat insan varlıkları Tanrının tam tersine var olan şeylerin öğelerine dair bir bilgi ve kavrayıştan büyük ölçüde yoksundurlar. Bunun en önemli nedeni ise insan zihninin bu öğeleri kendisini içerememesi, onları bir derece daha uzaktan, salt birtakım temsiller yoluyla düşünebilmesidir. Bu yüzden “düşünmenin (cogitatio) insanların, anlamanın (intelligentia) ise Tanrının işi olduğunu” söyleyen Vico, insani hakikati yücelten dogmatiklere, onu başka
yönlerden olduğu kadar bilgi yönünden de yere göğe sığdıramayan Aydınlanmacılara karşı, insanın sözde keşfettiği hakikatleri değersizleştirir.

(b) Tarihe Dönüş

Bununla birlikte o, septiklere de katılmaz; yani septiklerden farklı olarak insanın bilgi iddialarını tümden reddetmez. Gerçekten de “insanın ne her şey, ne de hiçbir şey olduğunu” söyleyen Vico, dikkatini tarih alanına ve buranın kendine özgü yeni metodolojisine çevirir. Doğabilimlerinin başarısı kendini sözde kanıtlamış metodolojisini sosyal bilimlerine uygulamaya kalkışan Aydınlanmacılara karşı, insanın doğabilimleri alanında elde ettiği bilginin varlığın dış kabuğundan öteye geçemeyen oldukça sınırlı bir bilgi olduğunu gösteren Vico, tarih alanında insanın evinde olduğunu, bunun da en önemli nedeninin tarih alanına vücut veren şeylerin insan tarafından yaratılmış şeyler olması olduğunu öne sürer.
O, her şeyden önce tarihin tekrarı olmayan biricik, bireysel olaylardan meydana gelmesi nedeniyle bir tarihsel bilgiden söz edilemeyeceğini söyleyen rasyonalist anlayışa karşı çıkar. Bu bağlamda tarihin evrensel yasalar tarafından yönetilen bir düzeni veya nihai bir amacı olmadığını söylemenin tarih üzerine rasyonel araştırma yapmanın anlamı olmadığını, dolayısıyla bir tarih felsefesi imkânından söz edilemeyeceğini iddia etmekle bir ve aynı olduğunu dile getiren Vico, doğallıkla tarihte belli bir amacın, düzen ve hatta ilerlemenin bulunduğunu öne sürer. Fakat onun tarih anlayışı Aydınlanmanınki gibi lineer bir tarih anlayışı değildir. Gerçekten de Vico, toplumların veya milletlerin aynı çağlardan ya da aynı aşamalardan hep yeniden geçtikleri döngüsel bir tarih anlayışı ortaya koyar; tarihsel gelişmeyi bütünüyle organik bir süreç olarak ele alan tarih anlayışında, gelişme ve çökme ya da büyüme ve çürüme döngüsüyle sonuçlanan birbirleriyle bağlantılı çağlar üzerinden aşama aşama ilerlediğini savunur.
Vico’ya göre, her millet kaçınılmaz olarak sırasıyla dört evreden geçer. Bu evrelerden birincisi, hayvani dürtülerin egemen olduğu “hayvan çağı”dır. Bu çağdan sonra sosyal ve fiziki dünyanın efsanevi bir şekilde Tanrıların ya da Tanrının görünüşü olarak algılandığı “Tanrılar çağı” gelir. Vico üçüncü çağa “kahramanlar çağı” adını verir; bu çağın en önemli özelliği, toplumun soylular ve halk olarak ikiye ayrılmasıdır. O, bu çağda tüm kurumsal güçlerin büyük toprak sahibi ailelerde toplandığını belirtirken, bütün erdemlerin soylular tarafından hayata geçirildiğini söyler. Bunu izleyen çağ ise, son çağ olarak, “insan çağı”dır. Buraya yaşanan sınıf çatışmasıyla birlikte geçilirken, halk soylular ile eşit haklara sahip olur. Onun gözünde kutsal şeylerin tüm anlamlarını yitirdiği, hayatın yanlış temeller üzerine oturtulduğu, insanların sadece kendi kişisel çıkarlarının peşinde koştuğu ve düşüncenin soyutlaşıp, etkisini yitirdiği bu çağ, bozulup dağılmanın yolunu açarak, “büyüme ve çürüme döngüsü”nü yeniden başlatır.
Vico’nun söz konusu tarih felsefesinde iki husus önem kazanır. Bunlardan birincisi, onun toplum ya da tin bilimlerini doğabilimlerinden farklılaştıran şeyin ne olduğu sorusuna, Dilthey’i önceleyecek şekilde verdiği “anlama” yanıtıdır. Gerçekten de o, tarihçilerin eski düşünme kalıplarını anlamalarının önemine vurgu yaparken, geçmişten miras alınan dillerin, efsanelerin, gelenek ve göreneklerin anlamlarının, değişmez bir evrensel insan doğası ekseninde değil de takdim ettikleri bilinç durumlarını yeniden canlandıran yaratıcı bir kapasiteyle yorumlanması gerektiğini öne sürmekteydi. Bu yüzden de doğabilimlerinin “açıklama” yapmaya çalıştıkları yerde, beşeri bilimlerin esas itibariyle “anlama” doğrultusunda yapılandıklarını söyledi.
O, işte bu çerçeve içinde, başkaca şeyler yanında, mitolojiye özel bir önem atfetmiş ve bu
doğrultuda, efsanelerin birer yanlış anlatı veya salt metafor olarak görülüp bir kenara atılmak yerine, geçmişi anlamanın en önemli araçları olduğunu öne sürmüştür. Gerçekten de efsaneler, Vico’ya göre, ait oldukları çağın ortak bilincini ve dünya görüşünü yansıtırlar; onların eski toplumların hayatlarını, ahlaklarını, hukuk anlayışlarını, dini inançlarını anlayabilmenin en önemli kaynağı olmalarının e

“HAY DİLİNİ EŞEK ARISI SOKSUN !”

Jgulizar

Ne kadar sık kullanırdı bu cümleyi Jülide… Haklıydı. Konuşurken ne kadar çok yanlışa düşüyordu insanlar, hatta profesyoneller.
Lise öğrencisiyken 1953 yılında Ankara Radyosu’nun kapısına dayanacak, Hikmet Münir Ebcioğlu’nun yüzüne karşı “neden bu radyoda şiir programı yok!” diye hesap soracak kadar cesur ve girişkendir.

Ebcioğlu kendisine, biraz da başından savmak istercesine “ Sesin güzel, şiir okuman güzel, spikerlik sınavına gir” diyecek; o da ilk sınavı kazanarak radyocu olacaktır.

Jülide Türkçe’ye aşık bir dil ustasıydı. Ankara Radyosu okul, o da hocalardan biriydi.

Jülide’nin karakteri çalışmak ve eleştirmek üzerine kuruluydu. Çok zeki ve çalışkandı; iyi bir haber sunucusu, radyo ve televizyon röportajcısı, televizyon programcısı, gazeteci, şair, yazar ve amatör siyasetçiydi. Yaşam karşısında duruşuna herkes saygı duyardı, mücadele etmeyi görev bilirdi, dobraydı, sözü gediğine koyardı, doğruyu söylemekten kaçınmazdı. Ama sevdikleri için gerçek iş arkadaşı ve dosttu. Sorumluluğunu bilen bir aydın olarak yaşadı. Adı; kişilikli, etkileyici sesi ve akıcı Türkçesi hep anılacak.

82 yaşında hayata gözlerini yummuştu usta radyocu ve televizyoncu. Ankara Üniversitesi Hukuk Fakültesi’nden mezun olmasına rağmen avukatlık, savcılık, hakimlik yerine gazeteciliğe, işitsel ve görsel yayıncılığa gönül verdi.

55 yılık meslek yaşamına Ankara Radyosu’nda haber spikeri olarak başladı. Sesi ve güzel Türkçesiyle gönüllerde taht kurdu. 1968 yılında TRT televizyon yayına başladığında, Türkiye artık radyodan duyduğu bu sesin sahibini de görmeye başladı..

Radyoda ve televizyonda bir kadın olarak “açık havada haber okumak”, “naklen yayın” ve “röportaj” gibi birçok ilke imza attı.

Aynı zamanda eğitmen olan Gülizar, genç kuşaklara örnek yaşamında, pek çok kişiyi de radyo ve televizyonlara kazandırdı.

TRT’den 1982 yılında emekliye ayrıldı ama mesleğinden kopmadı; Çok sayıda ajans ve yayın kuruluşunda çalıştı.

1997 yılında kurulan Başkent Üniversitesi İletişim Fakültesinde de dersler veren Gülizar, 2004’te kurulan Kanal B Televizyonu’nda da görev aldı. Dil Yarası ve Bir Ankara Masalı programlarının yapımcı ve sunucusu olan Gülizar, aynı zamanda Kanal B haber spikerlerinin eğitimini üstlendi.

Meslek yaşamına bir çok ödülü de sığdıran Jülide Gülizar’ın yayınlanmış 11 kitabı var.

Yaşam öyküsünü anlattığı kitabının adı Yaşam Sana Teşekkür Ederim’di. Seni çok sevdik. İyi ki yaşadın ve iyi ki seni tanıdık. Sana sevgi ve şükranlarımızı sunuyoruz. Işıklarda uyu…

Tarhana Osman

taranaosmanSüt tozuna, margarine, cüce buğdaya isyan eden; tereyağı, zeytinyağı ve tarhanamızı savunan adam… Büyük yalanlara karşı mücadele vermiş bir isim…
Okyanus ötesinden pompalanan gıda üretimi ve beslenmeyle ilgili olarak ezberleri bozan bir akademisyen… O yıllarda gıda yönünden kendi kendine yeten ender ülkelerden biri olan Türkiye’nin yanlış tarım politikalarıyla ithal tarım pazarı haline getirileceğini ilk kaleme alan bir yazar… Kimyasal yiyeceklerin insan sağlığını nasıl perişan ettiğini yazdığında kara listelere alınan bir beslenme uzmanı… Ülkesinde dışlanan, aç bırakılan, suikaste uğrayan vatansever bir aydının portresi…

25 Haziran 1918’de İzmir Karşıyaka’da doğan Osman Nuri Koçtürk Ankara Üniversitesi Veteriner hekimliği Fakültesi’nden 1943 yılında mezun oldu. Orduda görev aldı. ABD’ye gönderildi ve Missouri Üniversitesi Beslenme Kürsüsü’nde çalıştı. 1953’te yurda dönerek Askeri Biyoloji Enstitüsü kimyagerliğine atandı. Askeri Veteriner Aademisi Biyokimya Kürsüsü Başasistanlığı görevlerini yürüttü. Ankara Tıp Fakültesi Biyokimya Kürsüsü’nde önce uzman sonra gıda kontrolü ve hijyen doçenti oldu.
1956’da Et ve Balık Kurumu Merkez Laboratuvarları Müdürü ve Teknoloji Müdürü olarak görev aldı. Ankara Üniversitesi Tıp Fakültesi Biyokimya Kürsüsü’nde öğretim görevlisi olarak çalıştı.

Sürekli olarak insan beslenmesi ile ilgili olarak yazılar, makaleler yazdı Radyo konuşmaları hazırladı. İthal gıda ürünlerine karşı ülke kaynaklarının değerlendirilmesi gerektiğini söyledi. Çok tepki çekti, saldırıya uğradı. Anadolu’nun geleneksel ürünü olan tarhananın besleyici yönlerini araştırdı. Halka tarhanadan vaz geçmemek gerektiğini anlattı.

İlk isyanı Amerikan süt tozuna

Türkiye’de sütümüzün tüketilmesi yerine Amerika’dan yardım adıyla gelen sonra ithal edilen süt tozuna karşı çıktı. ABD ‘nin kendi ülkesindeki üretim artıklarını tüketilemeyecek kadar kötü olan gıdaları ülkemize göndermesini eleştirdi.
Çünkü ülkesinin öz kaynaklarının baltalanacağını, kendi ülke insanının bu şekilde başka bir ülkenin eline bakacağını ve karnını bu şekilde doyurmaya mecbur tutulacağını öngördü. Üretim atığı, kendi pazarlarında tüketilemeyecek kadar kalitesiz olan etler, süt tozları ve tereyağlar, Türkiye’de tüketilmiş ve Amerika kendi ülkesinde para etmeyen maddelerini bizim sırtımızdan paraya çevirmişti. İthal edilen ürünler kalite kontrolleri bile doğru düzgün olmadan halka satıldı.
Osman Nuri Koçtürk, süt tozundaki kansere yol açabilen aflatoksin mantarını ortaya çıkardı ve yıllar sonra yasaklanmasını sağladı.

Suikaste uğradı

Soya fasulyesi olarak anılan soya baklagiller familyasından bir toprak ürünü. M.Ö. 2838’de Çin İmparatoru Shen Nung, soya fasulyesinden 300 kadar ilaç ve şifa verici madde üretti. Asırlarca Doğu’nun beslenmesinde önemli rolü olan soya fasulyesi 19. yüzyılda Amerikalı araştırmacıların dikkatini çekti ve ABD’de üretilmeye başlandı. Ve sonra Amerika ekonomisinin en önemli dayanağı haline geldi ve soya endüstrisi kuruldu.

1960’ların başında ABD soya fasulyesi üretiminde dünya birincisi oldu ve soya ürünleri fazlalığına pazar açma çabası içine girdi. Ne yaptığını artık tahmin ediyorsunuz, Türkiye’nin soya ekimine karşı çıktı ve Türkiye’ye soya yağı ihraç etti!
Tabii ki ithal soya yağı ayrıca margarin olarak evlere girdi!

İkinci isyanı Amerikan margarinine

Osman Nuri Koçtürk’ün ikinci isyanı ABD’nin dayattığı soyaya oldu. Çünkü ABD, süt tozunda olduğu gibi yine “yardım” adı altında Türkiye’ye çok ucuza soya yağı satınca yerli tereyağı-zeytinyağı pazarı zarara uğradı.
Osman Nuri Koçtürk, soya yağına karşı özellikle radyo yayınlarıyla halkı uyandırdı. Fakat margarine karşı zeytinyağını savunmasının ardından önce radyo yayınlarına son verildi. Ve Konya’ya yaptığı bir gezi sırasında saldırıya uğradı; öldürülmek istendi, saldırıdan şans eseri kurtuldu.

Soya yağı konusundaki araştırmalarının sonunda gösterdiği haklı tepki üzerine 1962’de Amerikan Soya Birliği davetlisi olarak katıldığı bir ABD gezisinde Osman Nuri Koçtürk’ün fikirleri değiştirilmeye çalışıldı. Kendisine yapılan baskılara kayıtsız kalınca da ölüm tehditlerine kadar varan tepkilerle karşılaştı. Hiç geri adım atmadı. Zeytinyağını ölümüne savunmaya devam etti.

İkinci isyanı Amerikan margarinine karşıydı. Türk tereyağı ve zeytin yağını savundu.
ABD, süt tozu gibi yine “yardım” adı altında Türkiye’ye çok ucuza soya yağı satınca yerli tereyağı-zeytinyağı pazarımız zarara uğradı.

Tüketilen sert yağın miktarı arttıkça kalp ve damar hastalıklarına neden oluyordu. Hidrojenlenmiş yağların kullanılmasıyla ortaya çıkan bu sağlık sorunları yüzünden ABD’de, tüketimde büyük azalmalar olmuştu. Amerikalılar da İtalyanlar ve Fransızlar gibi sıvı yağ kullanmaya başladı. ABD kendi ülkesinde kullanmadığı katı yağları Türkiye’ye layık görmüştü. Katı yağlar Türkiye’ye dayatmayla gönderildi. Margarine karşı hep tereyağı ve zeytin yağımızı savundu

Üçüncü isyanı Amerikan cüce buğdayına

“Yeşil Devrim” ihracı

Norman E. Borlaug “Yeşil Devrim”in babasıydı… Nobel Ödülü sahibiydi. Rockefeller Vakfı ile birlikte Buğday Geliştirme Programı’yla Meksikalılara tarım öğretti!

Osman Nuri Koçtürk’ün üçüncü isyanı Meksika‘nın Sonora bölgesinde yetişen hibrit tohumlu sonora buğdayının Türkiye’ye getirilmesine oldu. (İlk getiren Tarsuslu Eliyeşil Ailesi oldu. Devlet Planlama’da çalışan Turgut-Korkut Özal kardeşler Tarsus’a giderek ekimi yerinde gördüler.)

Türkiye tarım ülkesiydi ama henüz “modern teknolojilerle” pek tanışmamıştı; mekanizasyon, kimyasal gübreler, hibrit tohumlar vs. bilinmiyordu.
Kağıt üzerinde her şey iyi gözüküyordu; ABD “Yeşil Devrim” Projesi ile çeşitli hastalıklara karşı direnç kazandırılan dayanıklı tohumları gübreler ve ilaçlarla birlikte gelişmekte olan ülkelerin buğday ihtiyacını giderecekti! Buğday çeşitleri Pitic 62, Penjamo 62, Sonora 64, Lerma-rojo 64, Siete Cerros, Super X dünyaya dağıtıldı.

Osman Nuri Koçtürk, bunun büyük bir yalan olduğunu; bu buğdayların toprak ve insan sağlığını tehlikeye soktuğunu söyledi. Türkiye’nin bu tür maceralara girerek tarımını yok edeceğini yazdı.

Üniversitelerde sürdürdüğü faaliyetlerle de yetinmeyerek başta TÖS (Türkiye Öğretmenler Sendikası) ve DİSK (Devrimci İşçi Sendikaları) kanalıyla geniş kitlelere ulaşabilmeyi başardı. Bugün anlaşılıyor ki, Koçtürk’ün çalışmaları ile bu felaket projesi engellendi.

Profesörlüğü engellendi

Osman Nuri Koçtürk’ün kimi kavramlara itirazı vardı.
Örneğin “açlık” sözlüklerde “yiyecek bulamayan bir insanın midesinin boş olması dolayısıyla duyduğu ezgi” diye ifade ediliyordu.
Koçtürk ise açlığı, insanın yiyecek bulmakta önemli güçlüklerle karşı karşıya kalması ve bu durumun uzun sürmesi halinde ölüme kadar varabilen olayların ortaya çıkması olarak tanımladı.
Türkiye’nin beslenme sorunlarını ele alan ilk kişi olan Koçtürk, elbette sadece Türkiye değil, dünya gıda tarihini de araştırdı.
Koçtürk yaşamı boyunca; işçi sağlığı açısından yanlış ve eksik beslenmenin sonuçlarını inceleyip, koruyucu hekimliğin önemini anlattı.
SSK’nın ilaç fabrikası kurmasını, asgari ücretin belirlenmesinde işçi ailelerinin beslenme ihtiyaçlarını karşılabileceği kadar olması gerektiğini söyledi.
Ülkemizde bilinçsiz antibiyotik kullanımından, deterjanların çevre kirliliğine yol açmasına kadar pek çok konuda mücadele verdi. Buna karşılık kendi ülkesinde dışlandı, aç bırakılmaya çalışıldı ve tıp fakültesinde profesörlüğü engellendi.

1966’da Tabii Senatör Haydar Tunçkanat’ın açıkladığı ve basında “Türkiye’de Nötralize Listesi” olarak adlandıran CIA raporunda, Türkiye’de pasifize edilmesi gereken isimlerin arasında gösterildi ve istenmeyen adam olarak ilan edildi.

12 Ey­lü­l’­de zu­lüm gör­dü

12 Eylül darbesinden sonra kötü günler geçirdi; bir süre gözaltında tutuldu. İşkence gördü. Serbest bırakılmasının ardından içe dönük bir hayat yaşamayı tercih etti.

Bu arada sürekli olarak halka tarhana yemeyi öğütlediği için adı Tarhana Osman’a çıktı. Halkın belleğinde Tarhana Osman olarak yer etti.

Vatansever Türk aydını Osman Nuri Koçtürk  4 Nisan 1994’te Ankara'da vefat etti.

20 yüzyılda bir soykırım örneği

rwanda1

Ruanda Soykırımı, Ruanda’da 1994 yılının nisan ayında başlayan ve 100 gün içinde 800.000’den fazla insanın  öldürülmesi olayı olarak biliniyor.

Ruanda’da 1994 yılında, 100 günde 800.000’den fazla Tutsi ve ılımlı Hutu öldürüldü. Soykırım Fransa ile ABD arasında ilan edilmemiş bir hegemonya savaşının sonucu olarak görülmesi gerektiği ifade ediliyor. Orta Afrika’da küçük bir ülke olan Ruanda’daki soykırım hala gündemde. Ülkede yaşayan iki kabile Hutular ve Tutsiler arasında çıkan ve Avrupa ülkeleri ile ABD’nin de dolaylı olarak desteklediği katliamda 100 günde 800.000’den fazla Tutsi ve ılımlı Hutu öldürüldü. Soykırım sebebiyle ABD, Fransa, Belçika ve BM’nin o dönemdeki yöneticileri hala suçlanıyor.

İlk soykırım değildi

Ruanda Soykırımı, Ruanda’da 1994 yılının nisan ayında başlayan ve 100 gün içinde 800.000’den fazla Tutsi ve ılımlı Hutunun aşırı milliyetçi Hutularca öldürülmesi olarak biliniyor. Ancak 1994 Soykırımı Ruanda tarihindeki tek soykırım olayı değildi. Ülkede 1. Dünya Savaşı’nın ardından yıllarca sömürge yönetimi yürüten Belçika, 1933 yılında etnik kimlik kart uygulaması başlatarak Ruanda’da yaşayanları etnik gruplarına göre sınıflandırmayı amaçladı. Bu şekilde etnik sınıflandırma devam ederken 1935 yılında sömürge yönetimi etnik kimlik kartlarında Hutu, Tutsi ve Twa olmak üzere üç etnik grubun var olmasına karar verdi. Klasik sömürge politikaları doğrultusunda Ruanda’da nüfusun çoğunluğunu oluşturan Hutulara karşı, azınlıkta olan Tutsilere bazı ayrıcalıklar verdi. Bu ayrıcalıklar, antropolojik verilerle oluşturulan tamamen yapay bir ırk ayrımına dayanmaktaydı. Ruanda’da da azınlıkça yönetilen çoğunluğun biriken öfkesi, taraflardan birinin diğerine uyguladığı şiddet ve soykırımla sonuçlandı. İkinci Dünya Savaşı sırasında tüm Afrika’da hızla yayılan Pan-Afrikan hareketin oluşturduğu dalgayı da arkasına alan Hutular örgütlenmeye ve silahlanmaya başlarken  Tutsiler de Ruanda’nın ve çoğunlukta oldukları Burundi’nin bağımsızlığı ve sömürgeci yönetimin kendilerine sunduğu ve sürdürdükleri monarşik düzenin devamı için çalışma başlattı. 2. Dünya Savaşı’nın ardından Belçika’nın gölgesinde gerçekleştirilen demokratik seçimlerde avantajlı konumlarını ve monarşik gücünü kaybedeceğini gören Tutsiler ile Hutuların arasında ortak  hükümet kurma çabaları sonuçsuz kalınca, 1962 yılında Belçika, Birleşmiş Milletlerin de tavsiyesi ile Ruanda ve Burundi’yi (o zamanki adıyla Urundi) iki ayrı ülke olarak ayırmaya ve bağımsızlıklarını verme kararı aldı. Ruanda cumhuriyet olmayı seçerken Burundi anayasal monarşi ile devam etmeyi seçti. Ardından Burundi’de çoğunluk olan Tutsiler Ruanda’daki Hutulara saldırdı. 1972’de Burundi’de yaşayan Tutsiler 200.000 Hutuyu öldürdü. Bu olay Hutu soykırımı olarak tarihe geçerken ilerideki yıllarda çıkacak olan şiddet olaylarının da tohumlarını ekmişti. Özellikle kuzey Burundi’deki gerilim yüzünden Tutsiler 1988’de de yaklaşık 20,000 Hutu daha katletti ve binlerce Hutu komşu ülkelere mülteci olarak göç etti.

1994’te ne oldu?

Uganda’da hazırlanan Ruanda’nın şimdiki Devlet Başkanı Paul Kagame’nin önderliğindeki Tutsi güçleri (RPF) 1990 yılında Uganda’dan gelerek Ruanda’yı işgal etti. Karşılık veren Ruanda hükümet güçleri FAR ile RPF arasındaki çatışmalar üç sene devam etti ve bu süre zarfında birçok kez barışla sonuçlanamayan ateşkes imzalandı. Ağustos 1993’te taraflar arasında imzalanan Arusha anlaşması uyarınca kurulması öngörülen güç paylaşımı ve koalisyon hükümeti fazla destek bulamadı. 6 Nisan 1994’te Ruanda’da Hutu kökenli Devlet Başkanı Juvenal Habyarimana’yı ile Burundi’nin seçilen ikinci devlet başkanı (etnik olarak Hutu idi) taşıyan uçağın füzeyle düşürülmesi büyük bir soykırımın fitilini ateşledi. Sonradan ortaya çıktığı üzere uçağı CIA destekli RPF militanları düşürmüştü. Gözlemcilere göre Fransa’nın uzun yıllar iyi ilişkiler içinde olduğu Hutular, bu olayı soykırımı başlatmak için bir bahane olarak kullandı. Habyarimana’nın öldürülmesinden ülkenin denetimini elinde tutan azınlıktaki Tutsileri sorumlu tutan radikal milliyetçi Hutular, etnik temizlik kampanyasına girişti. Çoğunlu ğu oluşturan hükümet yanlısı Hutular ile İnterahawme olarak bilinen katiller çetesi azınlıktaki Tutsi kabilesinden halka ve onlara yakın olduğunu düşündükleri ılımlı Hutulara karşı acımasız bir katliam başlattı. Katliam haberlerini alan RFP üyeleri ülkenin doğusundan girip katliamcılarla savaşarak başkente kadar ülkeyi ele geçirdi. O ana kadar bölgeye müdahaleden uzak durmaya çalışan Fransa, ani bir kararla katliamı destekleyen ve o anda legal olarak tanınan Hutu hükümetine askeri yardıma başladı. Bölgede hızla ilerleyen Fransız askerleri, Kigali’nin batısından Kongo’ya kadar olan bölgenin yönetimini ele geçirdi ve oraya RFP askerlerinin girmesini engelleyip, bölgedeki katliama müdahale etmedi. O ana kadar 600 bin insan öldürülmüşken, kendi sorumlulukları altındaki bölgede 200 bin kişinin daha öldürülmesine seyirci kaldılar. 100 gün içinde Hutular, 800 bini aşkın Tutsi kabilesi mensubu ile ılımlı Hutuyu öldürdü.

Ruanda katliamının perde arkası

Orta Afrika’da küçük bir ülke olan Ruanda, 1994 yılında dünya tarihinin en acımasız soykırım vakalarından birine tanıklık etti. Ülkede yaşayan iki kabile (Hutular ve Tutsiler) arasında çıkan ve Avrupa ülkeleri ile A.B.D tarafından da dolaylı olarak desteklenen bu iç savaşta yaklaşık 1 milyon Tutsi ve ılımlı Hutu can verdi.

Bu katliamın fitilini ateşleyen olayın bugün yıldönümü .  Tam 23 yıl önce, yani 6 Nisan 1994’te Ruanda Devlet Başkanı ve Hutu milliyetçisi Juvenal Habyarimana’yı taşıyan uçak düşürüldü. Bu suikast, kanlı çatışmanın kıvılcımını çakmak için yeterli oldu.

Katliamdan önceki Ruanda

  1. Dünya Savaşı’ndan sonra Almanların sömürüsünden çıkıp Belçika sömürgesi haline gelen Ruanda’da kontrolün elde tutulması için yönetici ve yöneten unsuruların birbirinden ayrılması prensibi uygulanmaya başlandı. Ülkede yaşayanların %90’ı Hutu, %9’u Tutsi, %1’i ise Pigme’ydi (Twa). Belçika hükümeti, Tutsi ve Hutuların ortak olan dil-gelenek-etik geçmişlerini ve kültürlerini yok sayarak yapay bir ırksal ayrımcılığı körükledi. Azınlık olan Tutsiler, çok daha iyi yaşam şartlarına ve işlere kavuştu. Hatta daha sonra Hutular eğitim ve sosyal olanaklardan tamamen mahrum bırakıldı.

1950’lere kadar Tutsiler Hutulardan üstün tutma siyaseti güden Belçika, II. Dünya Savaşı’nın ardından özgürlükçü akımların güç kazanması üzerine Hutuların üzerindeki baskıyı hafifletti, hatta sayıca üstünlüklerinden dolayı onları desteklemeye yöneldi.

Belçika, Ruanda ile komşusu Burundi’yi 1962 yılında her iki devlet de bağımsızlıklarını kazanana kadar yönetti. Bu dönemdeki Belçika yönetimi, tıpkı İngilizlerin Güney Afrika Cumhuriyeti’nde uyguladıkları gibi, yerli halk üzerinde acımasız ve adaletsiz olmakla suçlanır.

Nasıl başladı?

  1. Dünya Savaşı’nın bitmesiyle birlikte, bağımsızlığa hazırlamak amacıyla Ruanda yönetimi Birleşmiş Milletler’e verildi. Beklenen şekilde yapılan seçimlerde Hutu milliyetçisi PARMEHUTU Hareketi (Hutu Özgürlük Hareketi) iktidara geldi. İktidara geldikleri andan itibaren, Belçikalıların desteğiyle eski yönetimin uzantısı sayılan Tutsilere karşı hemen her bölgede çeşitli faaliyetlerde bulundular. Bu faaliyetlerin sonucunda 20 bin ila 100 bin arasında Tutsi öldürüldü, 160 bin kadarı da komşu ülkelere, Tanzanya ve Uganda’ya sığındı.

Bağımsızlığın kazanılmasından sonra PARMEHUTU yönetimi, tek parti iktidarı sırasında da Hutu milliyetçisi bir politika izledi. 1964 ve daha sonra 1974’teki Pogrom adı verilen olaylarda birçok Tutsi öldürüldü ya da sürüldü. Bu olaylar sırasında Tutsi öldüren Hutular devletçe korundu. Göstermelik bir ikisinin dışında kimse yargılanıp cezalandırılmadı.

1973’te Hutu Juvénal Habyarimana bir darbeyle iktidarı ele geçirip PARMEHUTU Hareketi’ne son verdi. Ancak kendisi de bir Hutu milliyetçisi olduğundan Tutsiler açısından pek fazla değişiklik olmadı.

Dönemin Fransa Cumhurbaşkanı François Mitterrand, savaş sona erdikten yıllar sonra “O ülkelerde bir soykırım olması o kadar da önemli bir şey değil,” demişti.

1980 yılına kadar komşu ülkelerdeki Tutsi nüfusu 500 bine kadar düştü. Eğitimli olmaları sebebiyle gittikleri ülkelerdeki önemli kadroları ele geçirerek ülkelerine dönüş için organize olmaya çalıştılar. Bu amaçla kurulan “Ruanda Yurtseverler Birliği” Ruanda hükümetine baskı kurmaya çalıştı ancak politik bir çözüme varılamadı. Uganda’daki kamplarından çıkıp Ruanda’da hükümetle silahlı mücadeleye başladıkları 1 Ocak 1990’dan 1992’ye kadar çok kanlı bir iç savaş süregeldi.

Ağustosta Birleşmiş Milletler’in devreye girmesiyle imzalanan ateşkesle geçici olarak savaş durduruldu. Fakat Fransa’nın aşırı uçtan Hutulara destek vererek kırsal kesimlerde INTERAHAMWE isimli örgütlenmeyi sağlaması soykırımı kaçınılmaz kıldı. Bu dönemde Tutsilerle birlikte ılımlı sayılan Hutular da fişlendi. Örgütün soykırıma hazırlık aşamasında Çin’e yüzbinlerce satır sipariş edildi ve bunların yakında başlayacak “böcek” avında kullanılmaları salık verildi.

6 Nisan 1994’te tarihin gördüğü en kanlı katliamlardan birisi radyoda yayınlanan anonslarla başladı. O gün bir Hutu olan Devlet Başkanı Juvenal Habyarimana’nın uçağı düşürüldü. Ülkede çıkan karmaşadan yaralanan Interahamwe üyeleri ellerindeki listelere bakarak eğitimli Tutsi ve ılımlı Hutular başta olmak üzere tüm halkı kıyıma başladılar.

ABD, katliam sırasında öldürülen 10 Birleşmiş Milletler Barış Gücü askerini gerekçe göstererek yörede yalnızca 270 askerini bıraktı. O günlerde yöredeki bir BM komutanının dönemin BM Sekreteri Kofi Annnan’ı arayıp ne yapmaları gerektiğini sorduğu ve “müdahale etmeyin” yanıtını aldığı anlatılır. BM’nin bu tavrı üzerine katliam daha da şiddetlendi.

Katliam haberini alan “Ruanda Yurtseverler Birliği” üyeleri ülkenin doğusundan girip katliamcılarla savaşarak başkente kadar ülkeyi ele geçirdiler. O ana kadar bölgeye müdahaleden uzak durmaya çalışan Fransa, ani bir kararla, Hutu hükümetine askeri yardıma başladı.

Sonuç olarak 1994’ün nisan ayından temmuzuna kadar geçen 100 gün içinde tam 1 milyon Tutsi ve ılımlı Hutu, tüm dünyanın gözleri önünde, katledildi ve 2 milyon Hutu, Tutsilerin ve Ruanda Yurtseverler Birliği askerlerinin öç almasından çekindiği için komşu ülkelere mülteci olarak sığındı.

Neden oldu?

Soykırımın nedeni olarak, Avrupa kaynaklı ırk temeline dayalı teoriler de öne sürülmektedir. Avrupa’da o dönemde, ırk üzerine düşünce üreten bazı çevrelerce, Ruanda’da yaşayan insanların, ari ırk ile aşağı ırk olarak kabul edilen zenciler arasında bir tür geçiş ırkı olduğu iddia edilmiştir. Bu yüzden Hutuların Tutsileri gerçek Ruandalı olarak değil, kendilerini sürekli aşağılayan ve sömüren Avrupalıların ülkelerindeki işgalci akrabaları olarak değerlendirdikleri ifade edilmiştir.

Bir başka neden olarak özelikle Tutsi bölgelerinde kalan verimli tarım alanlarının Hutularca ele geçirilme isteği de gösterilmektedir. Zengin komşularının mallarını ele geçirmek isteyen Hutuların, özellikle Tutsileri öldürdükleri ve katliamın bir anda yayıldığı da düşünülmektedir.

Kimler sorumlu tutuldu?

Katliamın ardından sorumluların tespit edilmesi ve yargılanması için çalışıldı. Ancak sorumluların sayısının fazlalığı ve yaşanan olayların yıkıcılığı yüzünden, yargılamada bazı sorunlar çıktı.

Katliamın acısının halk üzerinde yarattığı etkinin dindirilmesi amacıyla halkın kendi kuracağı mahkemelerde alacağı kararların adli olarak tanınacağının bildirilmesi üzerine “halk mahkemeleri”  üçten fazla insan öldürenleri yargılayıp uygun gördüğü cezaları verdi.

Daha büyük suçlular için Birleşmiş Milletler gözetiminde Arusha Tanzanya’da bir uluslararası suç mahkemesi kurularak yargılamalar sürdürüldü.

Namaz ve dinlerdeki yeri

Kur’an’da secde, ruku ve kıyam vardır ama namaz yoktur. Namaz Farsça bir kelimedir ve Kur’an’daki karşılığının salat olduğu öne sürülür. Ancak salat ve türevleri olan sallu, salli kelimelerinin kimi ayetlerde namaz olması mümkün değildir. Bu çelişkiyi İslamcılar “Her salat kelimesi namaz anlamına gelmez” diye gidermeye çalışır ama hangi salat-sallunun namaz, hangisinin destek-saygı vs. anlamlar taşıdığında kendileri de anlaşamaz.

namaz

Günümüzdeki namazın Emeviler döneminde Halife Mervan zamanında biçimlendirildiği bilinmektedir. Ama öncesinde ne aşamalardan geçtiği bilinmez. Ancak namaz surelerinin, salavatların, rukuye-secdeye varırken ve rukude-secdede söylenenlerin, tespih çekme ve diğer bir takım ritüellerin Muhammed’den sonraki aşamalarda edinildiği ve uydurma hadislerle desteklendiği kuvvetle muhtemeldir.

İslam’dan önce namaz:

İslam’dan önce namaz benzeri ritüellerin Musevi ve Hristiyanlarda da olduğu biliniyor. Kureyşli putperestlerin de namaz kıldıkları Kur’an’da ifade edilir. Kimi rivayetlerde günde 3 vakit, kimi rivayetlerde günde 5 vakit namaz kılarlarmış. Bu konuda İlahiyatçı Abdülaziz Bayındır’ın açıklamalarını izleyebilirsiniz:

Zerdüşt Dininde Namaz (geh):

Zerdüşt dininin İslam’dan yaklaşık 2500 yıl önceye uzanır. Zerdüştlerde aynı İslam’daki gibi namaz öncesi abdest vardır. Namaz-geh çağrısı zil çalarak yapılır. Örtünerek namaz kılarlar. Müslümanların Kur’an’dan sure okumaları gibi onlar da kitapları olan Avesta’dan sureler okurlar. Vakitleri:

Sabah/ Havaan

Öğlen/ Rapithwan

İkindi/ Uziren

Akşam/ Aiwisuthrem

Yatsı/ Ushaen.

İslam’la benzeşen sadece Namaz değildir. Oruç, Sinvat(Sırat) Köprüsü, Miraç, Cennet ve Cehennem Zerdüştlerde de mevcuttur.

Bu benzerliklerden dolayı İslamcılar Zerdüşt’ün peygamber olabileceğini söyler. Hatta kimileri Zerdüşt’ün İbrahim peygamber olduğunu iddia eder. Zerdüşt, dinler tarihinde en önemli şahsiyetlerden biridir. Adem, Nuh, İbrahim, Musa, İsa, Muhammed ve Buda’dan sonra en çok bilinen-konuşulan isimdir ki Allah’ın gönderdiğine inanılan hiçbir kitapta ne ismi geçer ne de kitabı. Peygamber olduğu düşünülmüş olsaydı, herhalde İlyas’tan, İsmail’den, Yunus’tan, Eyüp’ten ya da Salih’ten daha fazla bahsedilmeye uygun isimdi. İbrahim ise Zerdüşt diye bilinenin İbrahim olduğu belirtilmeliydi.  Belli ki bu yakıştırma, ortaya çıkan büyük benzerliklerin yarattığı kuşkuyu gidermeye yöneliktir.

Budist ve Hindularda Namaz:

Pek bilinmez ama Budist ve Hindularda da namaz kılınır. Onlar da namaz öncesi abdest alırlar. Hinduizm’in 3.500, Budizm’in 2.500 yıllık dinler olduğundan namaza İslam’dan önce sahip oldukları kesindir. Hindular güneş doğarken yaptıkları bu ritüele namaskara derler. Onların da kutsal tapınaklara haccı ve bu hacda yaptıkları say ve tavafları vardır.

Musevilerde Namaz:

Musevilerde namaz üç vakittir. Sabah: Şahrit, öğlen: Minha,  akşam: Arvit. Namaz öncesinde abdest alır, namazda 10 Emir’i, Tevrat’tan bölümleri okurlar. Namazın kılınabilmesi için 13 yaşından büyük en az 10 kişilik cemaat olmalıdır. Kadınlar sayılmaz ve zorunlu tutulmaz. Namaz sırasında başlarına kipa denilen takke giyerler.

İzapa ve İzapalılar

İzapaYaklaşık üç bin yıl önce Meksika’nın Pasifik kıyısındaki ovalarda Orta Amerika’nın en büyük yanardağının gölgesi altında Güneş Tanrısı rahibesi, 13 ağustosta (Büyük olasılık M.Ö 1358) hiçbir ağacın, direğin ya da sutunun, diğer bir deyişle dikey olan hiçbir şeyin civarında gölge olmadığını farketti. Rahip bu sıradışı günden başlayarak günleri saymaya başlar. İki yüz altmış gün sonra bu olay ikinci bir defa daha oldu. Akabinde 105 gün sonra diğer bir 13 ağustosta da hiçbir şey gölge bırakmadı. Rahip, tekrarlayan olayların Güneş Tanrısı’nın kendisine bir işareti olarak değerlendirdi.

Izapa’ya ilk gelenler büyük bir ihtimalle Pasifik kıyılarından çıkmıştı

Bu ilginç olaylar, Meksika-Guatemala sınırında, Izapa adındaki büyük bir tören yerinde gerçekleşiyordu. Daha sonradan gelen ve tahminen daha gelişmiş bir uygarlık tarafından yapılmış benzer yerlerin aksine, buradaki tapınağın piramit ve tepeciklerinin yüzeyleri , kusursuzca kesilmiş ve yerleştirilmiş taşlar yerine , kaba çakıl taşları doldurulmuştur.Buna rağmen yeni bulgular göstermektedir ki, Izapanın benzersiz konumu nedeniyle yukarıdaki gibi bir senaryo tahminen yeni dünyadaki ilk zaman ölçümü olan 260 günlük kutsal takvimin başlangıcını belirlemiştir.

Tzolkin yada tonalamatl diye bilinen bu garip takvim, hem doğanın mevsimsel döngülerini kavramak için yapılan bir ilk girişimdir, hemde tüm yaşamın saatini başlatır.13 sayıyı 20 gün adıyla bütünleştiren bu kutsal takvim kullanılmaya başladıktan sonra aralarında ,Olmekler, Mayalar ve Aztekler de bulunan sonraki büyük Mezoamerika uygarlıkları için din, sanat ve bilim alanlarında temel oluşturmuştur.

İlk piramiti kuranlar da onlardı

Yüzyıllardır kullanılan 365 günlük normal takvimde bu olaydan hemen birkaç yıl sonra keşfedilmiştir, bir yılın gerçek uzunluğu hakkındaki ipuçları yine Izapa’nın benzersiz konumu nedeniyle elde edilmiş olabilir.Izapa’da bulunan ana piramitin üstünden Orta Amerika’nın en yüksek dağı ve sönmüş yanardağı olan Tajumulco kolaylıkla görülür.Binlerce yıl önce bu merdivenlerinden çıkmış bir rahip ilginç ve etkileyici bir görüntüyle karşılaşacaktır ; berrak gökyüzünde neredeyse kör edecek güneş , muhteşem yanardağın tam ana kraterinin içinden yükseliyor izlenimi vermektedir. Arkeologlar her zaman kutsal takvimin , 365 günlük normal takvimden daha eski olduğunu iddia etmişlerdir, çünkü eğer 260 günlük takvim MezoAmerikalıların yılın 365 gün olduğunu anlamalarından evvel düşünülmüş olmasaydı, büyük bir olasılıkla hiçbir zaman kullanılmayacakdı.Gerçektende , mevsimler ve dolayısıyla tarımsal dönemlerle uyuşmayan bu ayinlere dayalı takvimin pratik bir değeri yoktur.

Fakat MezoAmerikalılar 260 günlük takvimi kutsal olarak takdis ettikleri için, güneş, yılının keşfinden sonra onu terk etmediler; bunun yerine iki takvimi bir sistem içine bütünleştirdiler. Er ya da geç , tüm ileri uygarlıklar, bir yılın 365 gün olduğu anladılar.Fakat 260 günlük takvim, Mezaamerikadan başka hiçbir yerde ortaya çıkmamıştır.Halende Guetamaladaki bazı kabilelerde kullanılmaya devam edilmektedir.Kullanıma başladığı 3000 yıl öncesinden bugünedek bu eski takvim bir gün kadar bile aksamamıştır.

Hiç kuşku yok ki Izapalılar kutsal takvimi liderlerine ve soylularına isim vermek için kullanılıyorlardı.Her gün , yerel mitoloji için önemli olan 20 hayvanın isimlerinden biri ile gösterilmektedir timsah, şahin, kartal, jaguar, yılan, geyik ve kaplan gibi.

izapa1

Tzolkin ‘in tarihi değeri kadar gökbilimsel değeri de vardır.Rahipler 260 günlük takvimi güneş tutulmalarını önceden bilmek için kullanıyorlardı.Ve inanıyorlardıki her 52 yılda, kutsal hayvanların güneşe göre yerlerine dönmeleriyle birlikte tarih kendini tekrarlayacaktır.Sonraları , Aztekler, bir 52 yıllık dönemin yada bir “Aztek Yüzyılı” nın son gününde tekrar yakmak üzere tüm ateşlerini törenlerle söndürüyorlardı.Eski Arkeoloji bilimi, Mayaların ayinsel takvimi bulmalarına neden olarak , bu sürenin insanın gebelik müddetinin(266 gün) bir yaklaşığı olduğu , yada kendilerine göre sihirli anlamı olan 13 ve 20 sayılarının çarpımı olmasını göstermektedir.Gökbilime dayalı bir çözüm, Mayalar konusundaki uzmanların başkanı Sir J.Eris Thompson’un kendisi tarafından saf dışı edilmiştir.Ona göre takvimin gökbilimsel bir dayanağı olabilmesi için bütün bölgede biliniyor olması gereklidir.Bu demektiki , takvimi hangi uygarlık bulmuşsa cevresindeki tüm uygarlıklarıda buna inandırmak zorundaydı.Halbuki dağlar,vadiler ve sık ormanlarla dolu bu tip bölgede, böyle merkezi bir sistemi sürdürmek için gerekli haberleşmenin doğurduğu pratik sorunlar, üstesinden gelinmez görünüyordu.

İzapa: hakkında fazla bir şey bilinmeyen kadim uygarlık

Fakat Ocak 1973’de bir sabah, Yucatan yarım adasındaki büyük Maya tören merkezi Chichen Itza’nın tarihi gözlemevi El Caracol’da Sir Eric tarafından ” Yeni Dünyadaki en çirkin bina” olarak adlandırılan yerde El Castillonun duvarlarında karmaşık ışık şekilleri tespit edilir.

Yılan tanrılar

izapa2Hem ilkbahar hemde sonbahardaki gün-tün eşitliklerinde (ekinoks) güneşin zayıf ışığı parmaklıklardan içeri girince Mayalar tarafından tanrı olarak yapılan canavar biçimli yılan yontuları dalgalanarak, göklerden yere inmiş izlenimi verir.260 günlük esrarengiz takvim süresininde buna bağlı oluşturulduğu düşünülür.Güneş ephemeris gösteriyordu ki, güneş 260 gün arayla tam tepeden sadece 15’inci eklemin (ekvatarun 15 derece kuzzzeyi) biraz güneyindeki bir çizgi doğrultusunda geçiyordu.Ephemeris’e göre bu 260 günlük süreler her yıl 13 agustos başlamaktaydı.Bu en anlamlı tarihtir.Aralarında Sir Eric’inde bulunduğu bir çok Maya kültürü uzmanına göre, Mayalar M.Ö 3114 yılının 13 Ağustosunu zamanın başlangıcı olarak kutlamışlardı ve takvimlerini de o günde başlatmışlardı.

15. Enlem Meksikanın Pasifik kıyısı ovalarının küçük bir bölümünden geçtikten sonra Guatemala ve Honduras’ın dağlık bölgelerini keser ve doğudaki ovalardan geçip Karayibler Denizi’ne ulaşır.Bu çizgi üzerinde özellikle Copan  Honduras’ın dağlık bölgelerinin batı bölümünde yer alan Copan ; arkeolojik belgelere göre mayaların en önemli gökbilim merkezidir.Mezoamerika’nın kutsal takviminin doğum yeri için en iyi aday olarak görülür.

Izapa: Gizemler Diyarı

Fakat bu varsayım, bir çok ciddi kusura sahiptir.İlk önce tarihi takvimin bir çok günü tropik ovalarda yaşayan timsah , maymun ve iguana gibi hayvanların adını taşıyordu, fakat Copan bu türlerin hiç birinin yaşamadığı meşe ormanları arasında , yaklaşık 600 m yükseklikte bulunmaktadır.Ayrıca maya uygarlığının merkezi Pete’den 300 km uzaktadır.

Dahası , ölçülü tahminler bile Mezoamerika’nın kutsal takviminin doğum tarihini milattan önce dört yada beş yüzyıl önce olarak gösterirken  Copan’daki en eski yazıtlar M.S 465 yılından başlar.

Yanlış zaman boyutu…..

Buna göre Copan sadece ekolojik olarak değil aynı zamanda yanlış zaman boyutunda bulunmaktadır.Bütün Mezo Amerika’da bu özellikleri verebilecek tek yer vardır : Izapa

İlk  İzapalılar deniz kıyısında yaşar , avcılık ve tarımla uğraşmaktadır.Uygarlıkları Milat’tan birkaç yüzyıl öncesi ile Milat’tan sonraki 1. yüzyıl arasında yer almıştır.

Eğer aranılan Izapa vadisiyse kutsal takvimi Mayalar bulmamış, bu Izapalıların bir keşfi olmuştur.Onlar kendilerinden sonra gelen Olmek ve Mayalara miras bırakmışlardır.O halde yeni dünyada uygarlığın gerçek beşiği Izapa2dır.

Fakat ilk zaman ölçümünün gerçekleştirilebileceği en mantıksal yerin Izapa olmasına karşın, 260 günlük takvimin Mezo Amerika’nın diğer bölgelere nasıl ulaştığı hala esrarını korumaktadır. Bu konudaki en önemli ipucu belli başlı tören merkezlerinde ana yapılar ve hatta bazı durumlarda tüm şehir , güneşe doğru yönlendirilmiş şekilde yapılmasıdır.

Bir yılın gerçek uzunluğunu bulan ilk uygarlık olabileceği düşünülüyor

Mezoamerikadaki bir zamanlar büyük bölümünü yönetmiş Teotihuacan ‘da ana caddenin 15 derece 30 dk kuzey doğudan 15 derece 30 dk güneybatıya yönlendirilmiş olması şehre egemen olan yapı Güneş Piramitinin ise caddeye dik açı yapmaktadır.Yani azimutu 285 derece 30 dk dır. Bu dev yapı güneşi anmak için yapıldığına ve genelde batıya doğru dönük olduğuna göre özel bir günbatı konumuna göre yönlendirilmiş olmalıdır.Yılın hangi günü güneş 285 derece 30 luk bir azimutla batar. ? Bu özel gün Mezoamerikada zamanın günağırımı’nın yıldönümü olan 13 Agustosdur.Mayaların başkenti adı verilen Tikal’deki görkemli beş piramit gökbilim görevi görür.Tapınak 1 birden dörde uzanan çizgi 13 Ağustosdaki gün batımının azimutunu verirken  birinci ve üçüncü tapınaklar arasındaki çizgi gün-tün eşitliklerini , dört ve üçüncü tapınaklar arasındaki bir başka çizgi ise kış inkılabındaki (22 Aralık) gün ağırımını tanımlamaktadır.

Olmekler , yağmur ormanları ve bataklıklar içinde , (biri M.Ö 1200 de San Lorenzo’da diğeri 200 yıl kadar sonra La Venta’da olmak üzere bölgenin en eski merkezlerinden ikisini inşa etmişlerdir. İki konumda arkeolojik mantığa her zaman ters düşmüşlerdir, fakat bunları inkılaplara göre yönlendirme prensibi açısından ele alınırsa San Lorenzo’daki kış inkılabında güneş cevredeki en yüksek dağ olan Zempoaltepec’in içine batar; La Ventadaki yaz inkılabında ise San Martin yanar dağının içine ” batar”.

Izapalılar Mıknatıslanma özelliğini de biliyordu

Mezoamerikadaki eski tören merkezleri güneş inkılabı yerine göre şekillendirilmiş olduğunu ve her merkezdeki bir yada daha fazla yapının 285 30 luk bşr azimutla yönlendirilmiş olmasına karşın bu merkezler onbeşinci enlem üzerinde bulunmadıklarına ve dolayısıyla güneşin 260 günlük devirlerini ölçmek için kullanılamayacağına göre yöresel rahipler güneşin 13 Ağustosdaki önemini nereden anlamışlardır.?

Eğer zamanın günağırımını ‘nın hangi günde anılacağını sadece İzapalı rahiplerin bildiğini varsayarsak , belki Izapa’dan Yucatan’a yada Meksika yaylasına giden gezginler bu bilgileri beraberlerinde götürmüşlerdir.Çünkü sorun , bu bilgileri bir şekilde iletmek değil doğru iletmekle ilgilidir.Güneşin tam tepeden geçeceği bir sonraki günü, yaz inkılabından sonra 52 gün sayarak bulabilirlerdi.

Sonraları , 260 günlük takvimi geliştiren Izapalıların , bir yılın gerçek uzunluğunu bulan ilk Mezoamerikalılar ‘da olabileceği düşünülebilir.Çünkü Izapa coğrafi kilit noktası olan Tajumulco yanardağının tören merkezine yakın olduğu bir yerdir.Dahası Mezoamerika’daki gelişmiş uygarlıkların en eskisi olan Olmecler eğer gerçekten güneş inkılabları arasındaki aralıkların bilincinde idiyseler buna göre 365 günlük takvim İsa’nın doğumundan 1000 yıl önce var olmuş olmalıydı.Öyleyse , daha pratik olan bu takvimden tahminen daha önce varolan ayinsel takvim ise kimsenin hayal edemeyeceği kadar eskiye dayanmalıdır.

Izapalıların denize açılan bir halk olduğu ve uzun bir zaman boyunca Ekvador gibi ülkelerle ilişkide oldukları eldeki kanıtlardan anlaşılmaktadır.Izapada bir çok yapının yönü Tacana yanardağına dönüktür.En yüksek dağ olan Tajumulco görüş alanı içindeyken niye ikinci  yüksek dağa yöneliş olduğu , Pasifik kıyılarından bakıldığında Tacana , Tajumulco’dan daha yüksek görünmektedir.Denizden 180 km açıktan bile görünür.Eski Izapalılar için bu dağ bir nevi deniz feneri görevi üstlenmiş olabilir.Izapaya ilk gelenler büyük bir ihtimalle Pasifik kıyılarından çıkmışlardır.

Arkeolog ve bilim adamlarının bir çoğu 11.000 km genişliğindeki Pasifik’i geçmenin olanaksız olduğunu söyleselerde Izapalılar ile Polinezyalılar arasındaki şaşırtıcı benzerlikler için bir açıklama yapılamamaktadır.Ayrıca Çin ve bazı Orta Amerika uygarlıkları arasında kışkırtıcı benzerlikler vardır.Örneğin Çin’de bir soylu ölünce dilinin altına küçük bir yeşim taşı yerleştirilirken aynı uygulama Maya rahipleri içinde geçerlidir.Bu bir raslantı mıdır yoksa Amerika kıtasındaki yabancı bir uygarlığın köprübaşı mı?..

Şeytan Nereden Geldi?

Şeytan’ın İblis, Karanlığın Prensi, Beelzebub ve Lucifer gibi birçok ismi var. Peki insanlar bu isimlerden başka bu zalim hakkında gerçekte ne biliyor? Şeytanın hikâyesi nasıl ortaya çıktı?

Satan

Birçok antik dinin iyi ile kötü arasındaki mücadeleyi ayrıntılarıyla ele alan kutsal metinleri var. Los Angeles Westwood Village Sinagogu’nda hem haham hem de psikolog olan Abner Weiss, örneğin dünyanın en eski dinlerinden biri olan Zerdüştlükte, en büyük tanrı olan Ormazd’ın iki varlık yarattığını; bunlardan birinin kaotik ve yıkıcı ruh Ahriman, diğerinin ise onun hayırsever ikiz erkek kardeşi Spenta Mainyu olduğunu söylüyor.

Weiss, “Eski dünya, iyi ve kötünün bir arada var oluşuyla mücadele ediyordu,” diyen Weiss, şöyle konuşuyor:

“iyi bir tanrının kötü şeylerden sorumlu olamayacağı düşüncesinden yola çıkarak insanlar, kötülüklerden sorumlu şeytani, ilahi ayrı bir gücün varsayımında bulundular.”

Bununla birlikte Şeytan Musevilikte öne çıkan bir figür değildi. İbrani kutsal yazıtlarında çok az şeytan benzeri varlık bulunmakta, ancak en ünlü olanı “Eyüp Kitabı”nda görülür. Bu kitapta, bir “muhalif” ya da “baştan çıkarıcı”, Tanrı’ya, varlıklı bir adam olan Eyüp’ün her şeyini kaybettikten sonra bile kendisine tapmaya devam edip etmeyeceğini sorar. Tanrı, bu meydan okumayı kabul eder ve Eyüp’ün elinden servetini ve ailesini alarak, onu böylesine korkunç bir kaderin neden başına geldiğinin merakı içerisinde bırakır.

Bu hikâyede Tanrı’nın düşmana göre daha fazla tahakküm ettiğini; bu şeytani baştan çıkarıcının, Tanrı’ya meydan okuduğunu, O’nun da akabinde Eyüp’ün servetini aldığını söylüyor Weiss.

Weiss “Musevilik otoriteyi paylaşmak zorunda olduğu Tanrı kavramını, Tanrı’nın her şeye kadiriyetini ve hatta her şeyi bilincini sınırlamak olarak gördü” diyen Weiss, “Bu nedenle, Şeytan eşit derecede güçlü bir kötülük kaynağı olarak asla kişiselleştirilmiş değildi.” diye ekliyor.

Weiss, şeytanın İsa’nın doğduğu milattan sonraki dönemlerde başlayan belirli Yahudi mezheplerinin bir parçası haline geldiğini söylüyor. Dahası, Musevilik ’in Kabala denilen mistik öğretileri de aydınlık ve karanlık iki taraftan bahsediyor, ancak karanlığa hiçbir zaman aydınlık taraftaki kadar eşit güç vermiyor diye de belirtiyor.

Hıristiyanlıkta Şeytan

Herhangi bir pazar okulu (okul öncesi ya da ilkokul düzeyinde eğitim gören çocuklara Hristiyanlık eğitimi veren okul türü) öğrencisi, Şeytan’ın sürgün bir melek olduğunu söyleyecektir. Ancak, Houston Baptist Üniversitesi’nde felsefe profesörü ve “Heaven, Hell and Purgatory: Rethinking the Things That Matter Most”un yazarı Jerry Walls, bu sürgünün gerçekte Yeni Ahit’te veya İncil’de anlatılmadığını söylüyor.

Bununla birlikte Şeytan, gospellerde aniden İsa’nın baştan çıkarıcısı olarak ortaya çıkıyor ve bu şeytani varlığının anlatıya bir anda nasıl girdiğine dair bir izah dahi yok. Walls, bu durumda, Hıristiyan teologların şu sonuca varmış olduklarını belirtiyor: Eğer Tanrı evreni yarattıysa ve Tanrı’nın yarattığı her şey iyiyse, o zaman Şeytan, kötülüğe yön değiştirmiş olan iyi bir şey olmalıdır.

Walls, “Kendi kendine kötü olabilecek tek şey özgür bir varlıktır. İnsanlar meydana gelmeden önce kötülük var olduğundan, buradaki çıkarım, Şeytanın sürgün bir melek olmasıdır” diyor.

Farklı yorumlara bağlı olarak, İncil’de Şeytan’a dair başka referanslar da vardır. Eski Ahit’te, Tanrı’ya saygılı olmayan insanlar hakkında iki pasaj bulunmaktadır. Walls, bu pasajlarda, Yeşaya 14 ve Hezekiel 28’de, hükümdarların çirkin övünmeler yaptığını ve bazı Hıristiyanların bu eylemleri Şeytan’ın ifadeleri olarak yorumladığını belirtiyor.

Yeni Ahit’teki Paul Gospel’ı, Cennet Bahçesi’ndeki yılana Şeytan olarak atıfta bulunuyor, fakat Genesis’te (Yaratılış Bölümü’nde) ise Yılan’ın bu şekilde tarif edilmediğini söylüyor. Walls bu anlamda, Yılan ve Şeytan’ın, her zaman başarılı olamasalar da, insanları Tanrı’ya itaatsizlik ettirmeye çalışan baştan çıkarıcılar olarak görülebileceğini belirtiyor. “İlk insan, (Adem) Şeytan’a uydu. İsa da, başarılı bir şekilde günaha direnebilmiş olan ikinci Adem olarak nitelendirilir” diye de ekliyor.

“Düşman” olarak Şeytan

Şeytan düşman olarak da ortaya çıkabilir – ötekiyi veya dışlanmış bir grubu temsil edebilir.

Princeton Üniversitesi’nde din profesörü ve Şeytan’ın Kökeni adlı kitabın yazarı Elaine Pagels “Şeytan’ı bir tür şaka gibi gördüm, bir çeşit yan karakter gibi,” (Random House, 1995) diyor ve Şeytan’ın “Eyüp Kitabı’nda, Eyüp’e olanları açıklayan bir araç” olduğunu belirtiyor.

‘Kutsal Olanlar’ olarak da adlandırılan ve bir Yahudi mezhebi olan Hasidler, Yahudi-Hıristiyan tarihinde Şeytan’ın ciddiyetle tartışıldığı ilk gruptu. Hasidler, Orta Çağ’ın hemen öncesinde yaşıyorlardı ve Romalılar ile bazı Yahudi işbirlikçilerinin ülkeyi yönetiş biçiminden hoşlanmıyorlardı.

Hasidler, radikal bir tavır aldılar: Düşmanları karanlık tarafa dönerlerken, onlar Tanrı’yı ??izlediklerini söylediler. “‘Karanlığın Oğulları’na karşı Tanrı’nın Oğulları diyen Pagels, Hasidlerin “Bölünmüş bir Yahudi grubu” olduğunu da ekliyor.

“Bu nedenle, Hasidler Yahudi toplumundan çekildiler ve Tanrı’nın bütün kötü insanları – yani tüm Romalıları ve onlarla işbirlikçilik eden tüm Yahudileri – yok edeceği kıyamet günü hakkında vaaz vermeye başladılar,” diyor Pagels.

Araştırmalarının bu noktasında, Pagels bir aydınlanma anı yaşadığını belirtiyor: Şeytan kavramı, topluluklar bölündüğünde ortaya çıkıyor. Radikal gruplar, kendileri ve düşmanları arasında açık bir kopuş istiyorlar ve bu yüzden düşmanlarını, bir gün Tanrı’nın gazabıyla yüzleşecek iblisler, yani, Şeytan olarak nitelendiriyorlar.

“Fark ettim ki, insanlar Şeytan hakkında konuşurlarken – örneğin Şeytan bu ülkeyi ele geçirmeye çalışıyor gibi cümleler sarf ederlerken – gökyüzünde gerçekleşen doğaüstü bir savaş sahnesini düşünmüyorlar. Bu insanlar sizlere isim ve adres verebilirler, kim hakkında konuştuklarının bilincindeler” diyor Pagels.

Örneğin, “Amerika, Büyük Şeytan’dır” dendiğinde bunun nedeni “insanların Şeytan hakkında konuşmaya başladıklarında, insanlar hakkında da konuşuyor olmalarıdır,” diyor Pagels.

Pagels, Hasidlerin erken Hıristiyanlık üzerinde büyük bir etkisi olduğunu çünkü İsa’nın ve Vaftizci Yahya’nın da Hasidler’inkine benzer düşünceler hakkında vaaz verdiklerini, öyle ki, dünyanın sonunun geliyor olduğunu ve Tanrı’nın kötülüğe müsamaha göstermeyeceğini söylediklerini belirtiyor. PAgels, düşmanın Şeytan’a döndürülmesinin de faydalı olduğunu söylüyor. Bu da, “Rakiplerimiz, sadece katılmadığımız insanlar değildir, onlar kötülerdir, onlarla anlaşmaya varamazsınız, onlarla hiçbir şey yapamazsınız, çünkü onlar özlerinde şeytanilerdir” demektir.

Laura Geggel, Live Science. Where Did Satan Come From? 2 Ekim 2016.

Eksik kalan darbeyi AKP’nin tamamlayacağından kimse şüphe etmesin!

darbe5

Eğer toplumu dincileştirmek (politik İslam’ı dayatmak anlamında) ve dinci unsurları devlet içine yerleştirmek, bilinçli bir devlet politikasıyla, ki, öyleydi, o zaman. birincisi, bunu bilmiyormuş gibi yapmak, vay efendim, orduya, milli eğitime, istihbarat örgütüne, vb. ‘sızmışlar’ diye sızlanmamın, şikayet etmenin ne alemi var; ve ikincisi, bu durumun sorumlusu, sorumluları kimdi, kimlerdi? Onları onca yıl oraya kimler soktu? Geride kalan dönemde bu ülkeyi yöneten tüm hükümet üyeleri, tüm Genel Kurmay Başkanları, generaller, başbakanlar, bakanlar, cumhurbaşkanları, Demireller, Ecevitler, Özallar, Erbakanlar, Tayyip Erdoğanlar az-yada çok bu durumdan sorumludurlar. Kendi elleriyle büyüttükleri musibetten bir de kalkıp şikayet etmeye hakları var mı?

Restorasyon

15 Temmuz 2016 da ‘başarısız’ bir darbe girişimi oldu. Gerçi darbe başarısız oldu ama AKP iktidarının eksiği tamamlayacağından kimse şüphe etmesin! Darbe haberi duyulur duyulmaz bir tek soru soruldu: “Bunu kim yaptı, arkasından kim var?”. Bir Allah’ın kulu da çıkıp “bu ülkede hâlâ neden darbe oluyor?” sorusunu sormuyor… Oysa darbeler TC rejiminin normal halidir, bir istisna değil kuraldır. Zira bu rejim başka türlü yapamaz. Öyle olduğunu görmek için rejimin niteliğine dair birazcık kafa yormak yeter… Durum öyledir ama her ağzını açan kaşarlanmış profesyonel politikacı, “konunun uzmanları”, burnundan kıl aldırmayan ‘siyaset bilimciler’ her şeyi bilen köşe yazarları, televizyon “yorumcuları”, akademik statünün gardiyanları, bıkıp-usanmadan, Türkiye’nin “demokratik, laik, sosyal bir hukuk devleti” olduğunu söylüyorlar…

Eğer öyle olsaydı belirli aralıklarla darbe yapılır mıydı? Siz anayasanın ikinci maddesinde öyle yazdınız diye öyle olması mı gerekiyordu! Türkiye’de ‘demokrasi’ sadece bir retoriktir. Ahmakları aldatmaya yarayan bir kuyruklu yalandır. İnsanlar, işte siyasi partiler var, belirli aralıklarla da seçimler yapılıyor diye Türkiye’de demokrasi var sanıyor. Oysa bilmiyorlar ki, siyasi partiler ve seçimler, demokrasinin değil, demokrasiyi engellemenin araçları… İnsanlar birbirlerinden hiç de farklı olmayan devlet partilerinden birine veya ötekine oy verdiklerinde bir şeyleri değiştirdiklerini sanıyorlar… Oysa oyuna geliyorlar, zira kullandıkları oyun bir karşılığı yok. İpana diş macununu da alsanız, Colgate diş macununu da alsanız, sonuçta bunların ikisi de diş macunu ve dişleri temizlemeye yarıyor. Marka farkı işin esasını angaje etmez! Hangi partiye oy verirseniz verin sonuçta bir devlet partisine oy veriyorsunuzdur ve değişen bir şey olmaz…

Bu rejim yaklaşık 20-30 yıllık aralarla yapılan restorasyonlarla yol alıyor. Bundan önceki köklü restorasyon, ünlü 24 Ocak Kararları ve 12 Eylül askeri darbesiyle yapılmıştı. 24 Ocak kararları tam bir ‘yeniden kompradorlaşma’ tercihiydi. Neoliberalizme teslim olmaktı ve ekonominin rotasını belirledi. 12 Eylül Amerikancı darbe de rejime yeni bir elbise giydirmek demeye geliyordu. 2010’dan bu yana yeni bir restorasyon gündemde. Bu sefer restorasyon iktidar partisi AKP tarafından yürütülüyor. 15 Temmuz darbe girişimi, o süreci hızlandıracaktır. AKP başlarda merkez-sağ bir parti görüntüsü vermeyi başardı. Fakat, yerini sağlamlaştırdıkça, özellikle de 2010’dan sonra artık asıl niyetini gizlemeye gerek duymuyor. AKP’nin iktidara taşınması, ABD’nin ve bir bütün olarak NATO’cu kampın Orta-Doğu denilen bölgeyi dizayn etme projesinden bağımsız değildi. Bölgede 1970’li yıllardan beri iktidarda olan pro-Amerikan, pro-emperyalist otokrasiler artık gününü doldurmuştu. Onların yerine, ne demekse “Ilımlı İslam” dedikleri bir Politik İslam versiyonunu ikâme ederek hegemonyayı sürdürmeyi amaçlıyorlardı. AKP’li Türkiye de bir “Ilımlı İslam” modeli olarak diğerlerine örnek olacaktı! Böylece Politik İslam’ın ‘laiklik ve demokrasiyle “bağdaşırlığı” da kanıtlanmış olacaktı. ABD’nin ve şürekasının hesabının boşa çıkması kaçınılmazdı, zira ‘politik İslam’ın’ bir toplum projesi yok, olması da mümkün değildir!

Fakat Türkiye’de devleti ve toplumu ‘dincileştirme’ tercihi çok önceleri yapılmıştı… Dinci gericilik ABD tarafından Sovyetler Birliği’nin çökertmek ve bölgede (Orta-Doğu) yükselen ilerici, seküler, sol, sosyalist, ulusçu, komünist akımların ve hareketlerin önünü kesmek için bir ‘dalga kıran’ işlevi görecekti… Dinci gericiliğin mayalandırılıp-palazlandığı yer de Suudi Arabistan’dı. Geride kalan dönemde, İslam’ın Vahabî yorumunun başta bölge ülkeleri olmak üzere, tüm Müslüman ülkelerde kök salması için on milyarlarca petro-dolar harcandı ve harcanmaya devam ediyor. Türkiye’de Vahabiliğin yerleşmesi için, özellikle 1960’lı yıllardan başlayarak sistematik ve kararlı bir politika yürütüldü. Amaç Türkiye’de Mısırdaki Müslüman Kardeşlerin bir versiyonunu oluşturmaktı. Dinci gericiliğin dayatılmasıyla kitleleri daha kolay manipüle edilebilir yığınlar haline getirmeyi amaçlıyorlardı. Yurttaşın yerini ümmet aldığında, tebâ aldığında mesele halledilmiş olacak ve yönetmek kolaylaşacaktı…

Vahâbi-Selefi İslamcılar (politik İslamcılar) esas itibariyle iki alanda etkili olmayı amaçlıyorlar: 1. Başta ideolojik niteliktekiler (milli eğitim, radyo-televizyon, bir bütün olarak medya, kültür, vb) devlet aygıtının tüm kurumlarına sızarak devleti içerden kuşatmak; 2. Hayır kurumları aracılığıyla da bir kitle tabanı oluşturmak. Türkiye’de sol hareketin yükselişe geçip, bu ülkenin tarihinde ilk defa bir aktör olarak sahneye çıktığı, ‘artık bundan sonra politika arenasında ben de varım’ dediği 1960’lı, 1970’li yıllarda, dinci gericilik tüm imkânlar seferber edilerek desteklendi. Solun bir politik özne olarak sahneye çıkması, hem Türkiye’nin mülk sahibi sınıfları ve hem de emperyalizm için kaygı vericiydi ve ne yapıp-edip önünün kesilmesi gerekiyordu! Burada gözden kaçırılmaması gereken önemli bir şey daha var: Aslında Türkiye’nin mülk sahibi sınıfları ve onların devleti, sadece kendi ürettikleri ‘uyduruk’ resmi ideolojiye dayanarak yönetemezlerdi. Dinci gericiliği yardıma çağırmak zorundaydılar. Dolayısıyla dinci unsurların devlet aygıtını kuşatması bilinçli bir tercihti… Gerçek durum öyleydi ama güya “irtica ile mücadele” söylemi de dillerden düşmüyordu… Zaten ikiyüzlülük ve yalan egemen olmanın kuralı değil midir?

Eğer toplumu dincileştirmek (politik İslam’ı dayatmak anlamında) ve dinci unsurları devlet içine yerleştirmek, bilinçli bir devlet politikasıyla, ki, öyleydi, o zaman. birincisi, bunu bilmiyormuş gibi yapmak, vay efendim, orduya, milli eğitime, istihbarat örgütüne, vb. ‘sızmışlar’ diye sızlanmamın, şikayet etmenin ne alemi var; ve ikincisi, bu durumun sorumlusu, sorumluları kimdi, kimlerdi? Onları onca yıl oraya kimler soktu? Geride kalan dönemde bu ülkeyi yöneten tüm hükümet üyeleri, tüm Genel Kurmay Başkanları, generaller, başbakanlar, bakanlar, cumhurbaşkanları, Demireller, Ecevitler, Özallar, Erbakanlar, Tayyip Erdoğanlar az-yada çok bu durumdan sorumludurlar. Kendi elleriyle büyüttükleri musibetten bir de kalkıp şikayet etmeye hakları var mı? Veya gerçekten şikayet ediyorlar mı? Aslında bu kepazeliğin, bu ikiyüzlülüğün ikircikli olmayan bir tarzda teşhir ve mahkûm edilmesi gerekiyor. Hem dinci gericiliğin devlet kurumlarına nüfuz ederek içerden kuşatmalarının yolunu açacaksın ve hem de kendi eserin olan bu durumdan şikayet ereceksin! Yazık ki, insanları hâlâ aldatmayı başarıyorlar!

O halde biraz geç de olsa sadede gelebiliriz. Son darbe girişimi ne anlama geliyor, ne ifade ediyor veya onu nasıl anlamak gerekir? Aslında son darbe girişimi iki dinci güç arasındaki çatışmanın sonucu. Ama her ikisinin da amacı aynı. Her ikisi de 1923 sonrasını bir “sapma” olarak görüyorlar. Açıkça “parantezi kapatmak” istiyorlar ve bunu da mümkünse 2023’ten önce sonlandırmak istiyorlar. Osmanlı İmparatorluğunu ihya etmek, Sultanlı, Halifeli, bir tür Suudi rejimi gibi bir rejim kurmayı amaçlıyorlar. Eğer onu başarabilirlerse, ilelebet iktidar olacaklarını düşünüyorlar. Böylece “şanlı geçmiş” ihya edilmiş olacak! Lâkin hesap etmedikleri bir şey var: Bu dünyada geriye dönüş mümkün değildir. Kırk yaşındaki adama sekiz yaşındaki çocuğun ceketini giydiremezsiniz… Gerçek durum öyledir ama bu kimilerinin saçma-sapan hezeyanlara kapılmasına engel değil. AKP, 2010 sonrasında restorasyona hız verdi, “Arap Baharı” sonrasında da hevesleri iyice arttı. Artık bir İslam Devletine az kaldığını düşünürken eski ortağı tarafından oyun bozulmak istendi. Belli ki o da ‘parantezi’ kapatmak için zamanın geldiğini düşünüyor ve erken davranmak istiyordu… Elbette bu işi Fetullahçı denilen ekip bir başına yapmamıştır, mutlaka birileriyle hareket etmiştir ve darbeden beklentisi olan başka unsurlar da muhakkak vardır ama işin o yanı bizim için önemli değil. İşte bunun arkasında kim vardı, vs… Bu aşamada bu iş buraya nasıl geldi? sorusuna odaklanmak gerekir. Aksi halde her zaman olduğu gibi teferruatla zaman kaybetmek, oyuna gelmek, boşa kürek çekmek kaçınılmaz olur.

Eğer bu restorasyon tamamlanırsa, artık eskiler gibi olmayacak. Bir rejim değişikliği olacak ki, başta ABD olma üzere NATO’cu kampın doğrudan savaşlar veya “vekalet savaşlarıyla” yapmak istediği “rejim değişikliği” dış müdahaleye gerek kalmadan ‘içerden’ gerçekleşecek! Fakat pabuç o kadar ucuz değil. Bu ülkenin gerçekten demokrasi yanlısı güçleri, bu saldırıya hoş geldin safa geldin demeyecek ve eninde sonunda karanlıkçı cephe bir şekilde püskürtülecektir. Aksi halde bu toplumun bir geleceği olmazdı… Fakat bir şartla: Devlet nedir? Kapitalizm nedir? neoliberalizm nedir? emperyalizm nedir? memur nedir? amir nedir? zenginlik nedir? yoksulluk nedir? Bu rejim ne mene bir şeydir?, vb. gibi soruları sorup, gerektiği gibi tartışarak, anlayarak, bilince çıkararak… Başka türlü söylersek bu rejimin fiziki şiddet de dahil her türlü şiddetinden kurtulmanın yolu, bilincin özgürleşmesine bağlı… Bu aşamadan sonra rejimin elinde şiddeti daha da tırmandırmaktan başka bir seçenek yok! Bu da demektir ki, artık yönetemiyorlar… Kimse sahte demokrasi söylemine, “birlik-beraberlik” mavalına aldanmasın.. Bir rejim şiddete ne kadar sarılırsa, bu onun sona da o kadar yaklaştığı demeye gelir… Eğer öyleyse bu, yönetilenlerin işe müdahale etmesi zamanının geldiği anlamına da geliyor… Bütün mesele o davete icabet edip-etmemekle ilgili… Velhasıl haysiyetli insanlar olarak yaşama iradesini ortaya koyup-koyamamakla ilgili…

Fikret Başkaya

Rastafaryanizm

Rastafaryanizm

Rastafarianizm Etiyopya’nın son imparatoru olan Haile Selassie (Ras Tafari Makonnen: Veliaht Tafari Makounnen)’yi tanrının dünyadaki yansıması olarak gören dinin ve bu dine bağlı olarak ortaya çıkmış olan inanış ve düşünce biçiminin adıdır. Marcus Garvey de bu dinin peygamberi olarak görülür. Buna karşın, ne Haile Selasiye, ne de Marcus Garvey kendilerini bu dinle ilişkilendirmişlerdir. Bob Marley’nin de mensuplarından biri olduğu bu dinin kurucusu Leonard Howell olarak bilinir.

Mısır kökenli Ra dinlerinin Hıristiyanlık ve Yahudilik ile karışımından oluşan bir dindir. Musa’nın asıl yol gösterdiği kutsal kavimin siyahlar özellikle de Etiyopyalılar olduğunu savunur. Rastafaryanizm’de kutsal vadedilmiş topraklara zion (bir anlamda cennet) denilmektedir. Rastafaryanlar kendi içlerinde birçok kola ayrıldıklarından değişik inanışlara ve jah kavramına sahip olabilirler.

Bu dinin ilahileri daha sonraları Jamaika’da reggae müziğine kaynaklık etmiştir.
Rasta’nın renkleri siyah, kırmızı, sarı ve yeşildir. Kırmızı, yeşil ve sarı renkleri Etiyopya bayrağı, siyah Afrika halkını temsil eder. Her bir rengin kendi anlamı vardır ve bunlar Rastafaryanlar için çok önemlidir. Sarı bütün altın, mücevher ve hazineler içindir. Yeşil, insanların üzerinde yürüdüğü dünyadır. Kırmızı ise siyah halkın dökülen kanıdır.

Çoğu Rasta, eski ahit’in kural koyduğu yiyeceğe uygun yerler. Etin sınırlı türlerini yerler. Kabuklu deniz hayvanı ve domuz eti yemezler. Diğerleri bütün etlerden çekinirler. Nazirite yeminini kabul eden akımlardır. Alkol kullanımını genellikle zararlı olarak görürler ve sigara kullanımını da katiyen yasaktır.Aynı zamanda rastafari dininde vücudun toprağa tek parça girmesi gerektiğine inanılır.

Rastalar saçlarını taramaz ve kesmezler bu şekilde uzayan saçlar bir süre sonra Dreadlock ismini alan bir saç modeline dönüşür.Rastalar bu şekilde Jah’ın uzun tırnaklarıyla bir gün onları yeryüzünden alıp zion’a götüreceğine inanırlar. Günümüzde dreadlock şeklindeki saçlar Trend haline gelmiştir ama çoğu rastafari, bu saçın stil olarak kullanılmasına karşıdır.

Türkiye ve birçok ülkede Rastafaryanizm’in ana kavramından uzaklaşarak moda akımı haline gelmeye başladığı, günümüzde felsefi-dini bir inançtan ziyade, moda akımı olarak görünmeye başladığı ifade ediliyor.

ŞAHİNKAYA’YI TANIYINIZ

tahsin-sahinkaya

ÜLKEMİZİN 12 Eylül 1980 günü büyük bir felaketin kenarından döndüren komutanlarımızdan merhum Hv. Org. Tahsin Şahinkaya hakkında 1980-90’lı yıllar süresinde bazı çirkin iftiralar basılı ve sözlü medyamızda dolaştı; bunlardan birisi hatta Türk Vikipedi’sine bile sokuldu (İngilizce Wikipedia’da bu iftira yoktur). Biri TIME dergisinin kendisini kapak konusu yaparak dünyanın en zengin generallerinden biri ilan ettiğiydi. Bu haberi duyar duymaz TIME’a baş vurarak bu haberin yapıldığı dergi tarih ve numarasını sordum. Niyetim, böyle bir haber varsa, bunu belgelerle tekzip etmekti. TIME’ın cevabı, bırakın böyle bir haberi, bu kişi hakkında özel bir haber bile yapılmadığı oldu. Hatırlayabildiğim kadarıyla aldığım cevap şöyleydi: “Not only has there been no such news item published by the Time Magazine, no independent news item has ever been published by it concerning this person.” 2000’li yılların başında ve komutanımızın vefatının hemen akabinde tam emin olabilmek için iki kez daha TIME arşivinde yapılan arama böyle bir haberin asla olmadığını gösterdi (bu aramayı günümüzde herkes yapabilir).

F-18’i istedi, ABD vermedi

İkinci iftira, 12 Temmuz 2015’te Radikal’de tekrarlanan bir iddia: Bu habere göre güya F-18’lerin alımı için merhum komutanımız rüşvet almıştı. Bu haberin gerçekten ne kadar uzak olduğunu bizzat içeriği gösteriyor: Türk Hava Kuvvetleri hiçbir zaman F-18 sahibi olmamıştır. Şahinkaya generalim F-18 istemişse bu işini ne kadar iyi bildiğini gösterir, rüşvet aldığını değil, çünkü F-18 serisi Amerika’nın 1983’te envanterine giren ve bizzat en yaygın olarak kullandığı (bilebildiğim kadarıyla avcıların neredeyse % 85’i veya daha fazlası) vurucu gücü ile manevra kabiliyeti çok yüksek bir avcı ve taarruz uçağıdır (Amerika’nın askeri süpersonik akrobasi takımı da bu uçakları kullanmaktadır: F/A-18 Super Hornet). İlk tip olan F-18L bile hem F-16’dan daha hafif hem de performansı daha yüksekti. Bahsi geçen yazıda alıntılanan Sayın Şükrü Elekdağ’ın Sayın Yalım Eralp tarafından nakledilen sözleri ise rakiplerini kötülemeye çalışan General Dynamics firmasının (F-16’nın yapımcısı) ağzından nakledilen belgesiz ve isim anmayan sözlerdir. Sonunda Türkiye zaten sözde Şahinkaya generalin istediği uçağı değil de General Dynamics’in istediğini, yani F-16’yı almıştır. Dolayısıyla Şahinkaya generalin aldığı iddia edilen rüşveti almış olması imkânsızdır.

Neden mi karalandı

Yukarıda anlatılan yalanlar Türk ordusunun en etkili vurucu gücü olan, okyanus aşırı taarruz kabiliyeti sahibi dünyanın sayılı hava kuvvetlerinden Türk Hava Kuvvetleri’ne çağ atlatan, tarihinin en büyük komutanlarından biri hakkında söylenmiştir. Bunun tek amacı vardır: Türk Hava Kuvvetleri’ni ve Türk ordusunu halkının gözünde küçük düşürmek. Ne yazık ki elimizdeki belgelerden doğru olmadıkları görülen bu iddialar iyi araştırma yapmayan medyamızda sürekli yer bulmuştur. Bu yazının amacı artık bunlara son vermek ve aziz milletimizi aydınlatmaktır. Şahinkaya’yı 13 yaşımdan beri yakından tanımaktayım (o zaman kendisi tuğgeneraldi). Hava Kuvvetlerimiz içindeki eşsiz şöhretinin de yakın şahidiyim. 11 Temmuz Cumartesi günü Selimiye’de yapılan veda törenini basın mensuplarımız izleyebilselerdi, merhum komutanımızın, kendisinden büyük (sadece üç kişi kalmışlardı) ve küçük tüm silah arkadaşlarının nasıl gözyaşları içinde uğurlandığına şahit olurlardı. Tahsin Şahinkaya, Cumhuriyet tarihimizin en büyük komutanları, en içten vatanseverleri arasındadır. Tüm varlığı, Yalova’daki minik bir yazlığı olan merhum komutanımın ömrüm boyu tanıdığım en dürüst insanlardan biri olduğundan en küçük bir şüphem yoktur. Gerçekleri öğrenecek gelecek nesillerimiz ve bilhassa Hava Kuvvetlerimiz merhum komutanımızı her zaman şükranla yâd edecek, genç nesil havacılara onu örnek gösterecektir.

A. M. Celal ŞENGÖR